2 Eylül 2016 Cuma

2016 PTL Yarış Raporu

Ağustos ayının son haftası Türkiye'den birçok koşucu arkadaşımızla birlikte UTMB yarışları için Fransa'nın Chamonix kasabasındaydık. Faruk Kar ve Utkuer Yaşar ile birlikte Salomon Türkiye takımı olarak UTMB'nin PTL parkuruna katılan ilk Türk takımı olduk. PTL parkurunun genel özelliklerini önceki yazımda bulabileceğiniz için tekrar etmek istemiyorum. Yaklaşık 42 saat parkurda kaldıktan sonra Champex Lac istasyonunda zor bir karar alarak yarışa veda ettik.

Yaklaşık 100 km'de 9500 metre tırmanıp bir o kadar da indiğimiz yarışta önemli deneyimler edindik. Sonuç ne olursa olsun kendinizi dürüstçe sorgulamanın önemine inanan biri olarak bu yazıda neden ve sonuçları analiz etmeye çalışacağım. Bunların yarışı tamamlayamamanın bahanesi olmadığının altını çizmek isterim. Bazıları kendi kontrolümüzde bazıları ise kontrol dışında çeşitli faktörler gelişti ve bunlara çözüm üretemeyince aldığımız risk katlanarak arttı. Sonuç olarak işimiz yarım kaldı.


Öncelikle PTL' nin diğer UTMB yarışlarından ve birçok patika ultrasından oldukça farklı bir deneyim olduğunu söylemek doğru olur. Bana sorarsanız yaklaşık 300 km'lik mesafe ve 27,000 metrelik tırmanış rakamları yarışın içeriğini tam olarak yansıtmıyor. Hatta bana göre bu rakamlar işin kolay kısmı. Esas zorluk hızlı ilerlemeye hiç izin vermeyen patikasız zemin, via ferrata geçişleri (İtalyanca "demir yol", sarp geçişlerde tutunmak için kullanılan zincir ve demirler), kayalıklar, karlı bölümler, irtifa ve bu sene özelinde sıcak hava dalgası oldu.

UTMB sitesindeki bilgiler ve videolar ile yarışta ne ile karşılaşacağınızı tam olarak anlamanız mümkün değil. Bunu sadece biz değil, yarışın sponsoru olan Columbia'nın macera takımı (yarışı bıraktılar) da dahil olmak üzere parkura aşina olmayan tüm takımlar söyledi. Yarışın "teknik" olduğu biliniyor ama bunun gerçekte ne anlama geldiği konusunda çok net bilgi ve görüntü mevcut değil. Ben önceki yıllardan özellikle İngilizce yarış raporları buldum fakat PTL her sene maksimum 100 takımın kabul edildiği bir yarış olduğu için bunlar hem sayı olarak kısıtlı idi hem de birçoğu yarışı bitiremeyenlerin raporları olduğu için isteksizce yazılmış yüzeysel yazılardı. Üstelik rotanın her yıl az da olsa değiştirilmesi önceki yıllara göre planlama yapılmasını zorlaştırıyordu.

Tüm hafta boyunca bize çok yardımcı olan Sertan ve Serkan Girgin, bölgede birçok yarış koştukları ve sık sık antrenman yaptıkları için onlara da parkur hakkında danıştık. Ancak bahsettiğim gibi PTL rotasının neredeyse tamamı bakir bölgelerden geçtiği için ne ile karşılaşacağımızı kestirmek ve net bir strateji belirlemek mümkün olmadı.


Hafta boyu bölgeyi etkisi altına alan sıcak hava dalgası da yarışta önemli rol oynadı. Aynı Faruk gibi diğer parkurlarda da birçok arkadaşımızın sindirim problemi yaşadığını sonradan öğrendik. Bu durum beni ise sıvı alımı konusunda etkiledi. Birçok ultrada istasyonlar 10-20 km aralıklarla olur ve birkaç saat içinde bu noktalara ulaşacağınızı kestirerek küçük hata payı ile planlama yapabilirsiniz. PTL'de bir noktadan diğerine gitmek için hiçbir yerleşim noktasından ve istasyondan geçmeden, hızınıza göre dağlarda 10 ila 15 saat geçirmeniz gerekiyor ve bu da planlamayı zorlaştırıyor.

Bu süre zarfında tüm yiyeceğinizi yanınızda taşıyorsunuz ve suyu sadece yolunuza çıkacak derelerden doldurabiliyorsunuz. Tabii bunları ne zaman ve nerede göreceğinizi bilmiyorsunuz. Bu yüzden yarış boyunca yanımda en az 2 litre su taşısam da, bir sonraki su kaynağını nerede bulacağımızı bilmediğim için hep idareli şekilde içmek zorunda kaldım. Su kaynaklarına ulaşınca ise birden bire yüklendim. Bunun doğru bir strateji olmadığını bilmeme rağmen başka bir seçenek yoktu.

Rota takibine gelince...işaretlemenin olmadığı parkurda takımlara kağıt harita veriliyor ama GPS taşımak da zorunlu. Birçok takım rotayı GPS üzerinden takip ediyordu. Biz de yolun büyük bölümünü Suunto Ambit 3 Peak üzerinden sorunsuz takip ederken, sadece birkaç kritik bölümde el GPS cihazını kullandık. Konsantrasyon kaybı yüzünden birkaç defa kısa süreli kaçırdığımız dönüşler ve İngiliz takımının bizle birlikte birkaç takımı daha yanlış yönlendirdiği bölüm hariç rota takibinde büyük problem yaşamadık. İşin diğer kritik malzeme kısmında giydiğim S-Lab Wings SG zorlu zeminde kusursuz yol tutuş sağlarken, yaklaşık 6'şar kiloluk yükümüzü ise Salomon S-Lab Peak 20 çanta ile taşıdık.





Öte yandan rota takibinde başka faktörler önemli rol oynadı. Yarıştan önce brifingde "rotadan önemli oranda ayrılma olursa takımlara telefon ile ulaşılacağı, eğer telefon çekmiyorsa uydu takip cihazı ile sinyal verileceği" söylenmişti. Bunun oldukça havada kalan bir kural olduğuna yarış esnasında birkaç defa şahit olduk. Örneğin ilk gün biz GPS rotasının geçtiği kayalıklarda birkaç saat inip çıkmakla boğuşurken, bölgeyi bilen bir iki takımın birkaç yüz metre aşağıdaki bir patikadan geçtiklerini, dolayısı ile önemli bir süre avantajı kazandıklarını gördük. Bunu bahane olarak değil, parkur bilgisinin önemini vurgulamak için söylüyorum. Eğer bu durum kurallara aykırı değilse (ki anladığım kadarıyla değil) bunu da yarış hazırlığının önemli bir parçası olarak görmek gerekir.

PTL'nin zaman limitleri de dikkat çekici. Genelde yarışların ilk yarısında limit daha sıkı tutulur ve ikinci yarılarda doğal bir yavaşlama olacağı düşünülerek limit genişletilir. Fakat bu yarıştaki 151.5 saatlik limit üçe bölünerek, her 100 km'ye yaklaşık 50 saat olarak paylaştırılmış. Dolayısı ile ilk 100 km'yi zaman limitine çok yakın geçerseniz geri kalan bölümde hiç yavaşlamadan gitmeniz gerekiyor ki, günlerce uykusuzluk, yorgunluk ve konsantrasyon düşüşünü hesaba kattığınız zaman bu çok gerçekçi bir hedef olmuyor.

Yarışta birkaç noktada yatak imkanı var ama yatak sayısı koşucu sayısından çok az olduğu için genelde bulduğunuz yerde uyuma üzerine bir sistem kurulmuş durumda. Bu da istasyonlarda aşağıdakine benzer sahneler oluşturuyor.






İlk gün 42 km'yi 12 saatte aldığımızı, ikinci günün sabah etabında 32 km'yi 11 saatte, gece ise 25 km'yi 9 saatte aldığımızı söylediğimde buna gülebilirsiniz. Ama işin doğrusu hız yönünden bir problemimiz yoktu. Doğrusunu isterseniz hareket halinde olduğumuz sürede sürekli takım geçiyorduk ve en hızlı 15-20 takım arasındaydık. İlk gece hesapta olmayan şekilde uzun zaman kaybetmemiz önemli idi fakat bana sorarsanız esas sorun eldeki yetersiz verilerle doğru stratejiyi belirlemekte zorlanmamızdı.

Bence PTL için bir numaralı faktör olabildiğince detaylı bir parkur bilgisine sahip olmak. Hangi bölümde neyle karşılaşacaksınız, nereyi gündüz nereyi gece geçmek daha az riskli, hangi bölümde hangi malzeme kritik önem taşıyor, nerede ne kadar dinlenme molası vermeli, nerede kendinizi zorlamalı, nerede rölantiye almalısınız....Bunları bilmeden körlemesine ilerlediğinizde hem düzeltmesi zor hatalar yapma şansınız artıyor hem de sürekli bilinmezlikle mücadele ettiğiniz için psikolojik olarak çok yıpranıyorsunuz.

Bu yarış hakkında söylenmesi gereken bir başka şey ise birçok yarışta karşılaşmayacağınız derecede riskler taşıması. İki günde geçtiğimiz küçüklü büyüklü çok sayıdaki via ferrata etabında uçurumla aramızdaki tek şey tutunduğumuz zincir ve demir korkuluklardı. Bana sorarsanız bunların olmadığı birçok iniş ve çıkış en az onlar kadar riskliydi ve ikinci günün gecesi başta olmak üzere birçok yerde fotoğraf çekmeyi fazla tehlikeli bulduğumuz için elimiz gitmedi. Bu yazıyı annem de okuyabileceği için daha fazla detaya girmek istemiyorum ama yarışa katılan tüm takımların sürekli olarak saatte ortalama 2-2.5 km hızla gitmesi sanırım işin içinde başka bir şeyler olduğu konusunda fikir verecektir.

Öte yandan risk göreceli bir kavram. Yaptığınız işte ne kadar tecrübe kazanırsanız aldığınız risk o kadar düşer. Fabrikada torna tezgahında çalışan bir işçi için de bu geçerli, trafiğe çıkan bir sürücü veya ultramaraton koşan biri için de. Tecrübe oranında riskin azalması denklemi bence burada da geçerli. Çocukluğundan beri bu dağlarda yürüyen, koşan, antrenman yapan birinin aldığı risk ile sadece yarışlarda bu tecrübeyi yaşayan birinin aldığı riski aynı tutmak mümkün değil. Bu açıdan bakınca yarışa başlayan 106 takım arasından finişe ulaşan 48 tanesinin büyük çoğunluğunun Fransız, İtalyan ve Batı Avrupalı olması, en hızlı takımın İsviçre'den çıkması sanırım çok şaşırtıcı değil.

İşin psikolojisine gelince... Ultramaraton koşmak benim için öncelikle zihnimizle yaptığımız bir savaş. Beynin öne sürdüğü haklı/haksız bahanelere karşı gelebilmek, fiziksel ve zihinsel baskı altında problem çözüp doğru kararları alabilmek ve karanlık dehlizlerde umutsuzca ilerledikten sonra ışığa ulaşabilmek bu işin özü. Yeterince yarış koşup tecrübe kazandıkça beynin ürettiği bahanelerin hangilerinin halı altına süpürülmesi gerektiğini ve hangilerinin ciddiye alınıp çözüm bulunması gerektiğini öğrenmeye başlıyorsunuz.

Fakat bu yarışta beynimin öne sürdüğü bazı argümanlarla mücadele etmekte zorlandığımı gördüm. Evet, eğer bu riskli geçişleri yıllardır yapıyor olsaydım belki bunlar motor harekete dönüşeceği için düşünmeden yapardım. Ama uykusuzluk ve yorgunluk arttıkça beynim sürekli olarak bir uçurumdan düşeceğimi ve aileme bir telefon geleceğini tekrarlamaya başladığında buna karşı güçlü bir argüman üretmek için yeterince hazır olmadığımı gördüm. Buna 8-10 saat veya belki 1-2 gün daha devam edebilir miydik? Muhtemelen evet. Ancak ne ile karşılaşacağımızı bilmeden ve zamana karşı yarışarak 4-5 gün daha devam etme riskini almayı mantığımıza kabul ettirmekte zorlandık.

Yarıştan sonra, "bu koşu yarışı değil" şeklinde yorumlar da geldi. Evet, birçoğumuzun alışık olduğu şekilde bir koşu olmadığı kesin ve ortalama hızlardan da görebileceğiniz gibi ilk sırada bitiren takım dahil olmak üzere iki ayağımızın aynı anda yerden kesildiği anlar azınlıktaydı (birçok yerde iyi ki de öyleydi). Ama kendi adıma bunu öne sürüp arkasına sığınmayı doğru bulmuyorum. Yarışın özelliği bu ve katılıyorsanız bahane üretmeden şartlara uyum sağlamak zorundasınız. İşin risk kısmını bir kenara koyduğumda, parkuru tanımama ve sindirim sorunları gibi nüansların sonuç üzerinde etkili olduğunu düşünüyorum. Parkur bilgisi, doğru veriler üzerine inşa edilmiş bir strateji ve biraz da patika şansı ile risk azaltılabilir ve sonuca ulaşılabilir.

Biraz daha yavaş tempo ile başlasak işler değişir miydi? Mümkün olmakla birlikte tam emin değilim. Parkur şartlarını bilmediğimiz için ikinci yarıda yaşanabilecek kötü sürprizlere, uykusuzluğa, hava şartlarına ve olası sakatlıklara karşı ilk yarıda belli bir tampon bırakmayı düşünmek çok yanlış değildi. Sonuçta bu negatif split yapılacak uzunlukta bir yarış değil ve ikinci yarıda belli bir yavaşlamayı mutlaka hesaba katmak gerek.

Son olarak bu yarışta takım uyumunun öneminden bahsetmem gerek. Fiziksel ve zihinsel stres altında sürekli yüksek konsantrasyon göstermeniz gerekirken en ufak şeyler sinir bozucu olabilir. Bu sebepten dolayı bu şartlara alışık, her durumda pozitif olabilen ve uyumlu takım arkadaşları bence en kritik faktörler arasında. Bu yarışta beni en çok mutlu eden şeylerden biri, hem yarış dışında hem de yarış içinde bu anlamda sıfır sorunla ilerlememiz oldu.

İyi hazırlandığımızı ve başaracağımızı düşündüğümüz yarışın sonunun beklediğimiz gibi olmadığı bir gerçek. Fakat kendimiz hakkında yeni şeyler öğrenip, birçok yarışın toplamında edinemeyeceğimiz tecrübeler edindik. Başta bu macerada bizi destekleyen Salomon Türkiye, Suunto Türkiye ve Argeus Travel olmak üzere tüm dostlarımıza teşekkürler.

Aşağıda görebileceğiniz fotoğrafların çok büyük çoğunluğu bizim tarafımızdan çekildi. Geri kalan birkaç tanesi ise yan komşumuz olan İngiliz takımından Paul Swindles ve İtalyan takımından Bruno Ladet'e ait.

































  















2 yorum:

  1. Tebrik ederim. Fotoğraflara bakınca ilk aklıma gelen ''Bu koşu değil'' oldu. Benzersiz bir deneyim olmalı.. Takım üyelerini ve sizi tekrar kutlarım.

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil