26 Nisan 2013 Cuma

İznik Ultra 2013 Yarış Raporu

Twenty years from now you will be more disappointed by the things that you didn't do than by the ones you did do. So throw off the bowlines. Sail away from the safe harbor. Catch the trade winds in your sails. Explore. Dream. Discover.
Bundan 20 yıl sonra yaptıklarından çok yapmadığın şeylerden pişmanlık duyacaksın. Bu yüzden halatlarını söküp at. Güvenli olduğun limandan ayrıl. Yelkenlerini rüzgârla doldur. Araştır. Hayal et. Keşfet.
Mark Twain
İZNİK ULTRA MEVSİMİ

Bir sene ne kadar çabuk geçmiş. Yine Nisan ayı. Yine bahar mevsimi. Yine İznik Ultra mevsimi.

19 Nisan Cuma günü Yenikapı Feribot iskelesinde arabayla Yalova’ya geçmek üzere Ilgaz’la buluşuyoruz. Geçen sene olduğu gibi bu yıl da İznik Gölü’nün çevresini dönerek 130km’lik parkuru koşmak için İznik’e gidiyorum. Arabada bize eşlik eden iki şampiyon var. Biri 100K Kadınlar Dünya Şampiyonu Amy Sproston. Diğeri ise Türkiye’de düzenlenen hemen her ultranın kadınlardaki birincisi, bizim şampiyonumuz Elena Polyakova. Hava harika, sohbet nefis. Zaman akıp gidiyor ve göz açıp kapayıncaya kadar oteldeyiz.

Ayağımızın tozuyla ilk köfteci ziyaretini yaparak açılışı yapıyoruz. “Sadece şu köfteyi yemek için 130km koşmaya değer” diye söylenip kendi sözümün absürdlüğüne gülüyorum. Ardından kayıt masasına gidip hızlıca işlemleri hallediyoruz. Otelde ufak tefek işleri hallettikten sonra bir çay bahçesinde oturup sohbet ederek ertesi günkü beklentilerimizi masaya yatırıyoruz. Herkeste tatlı bir endişe hakim. 

Özellikle ne giyelim sorusu kafayı kurcalıyor. Güneş çıktığında hava bir anda ısınıyor ama bulutlandığı zaman rüzgârla birlikte ciddi şekilde üşütmeye başlıyor. Birkaç gündür İznik’te bulunanlar güneş battıktan sonra hava sıcaklığının hemen düştüğünü ve geceleri çok soğuk olduğu konusunda uyarıyorlar. 130K koşacaklar için önemli bir bilgi. Geçen yıla göre etrafta büyük bir kalabalık var. Her taşın altından bir tanıdık çıkıyor, sanki evimizde gibiyiz. İznik halkı da kendilerine çok  garip gelen bu mesafeleri koşmaya gelen ilginç insanları benimsemiş, gayet sıcak davranıyorlar.
İznik Ultra Rotası


MAKARNAYA TUZ İSTER MİYDİNİZ?
 
Akşamüstü oluyor ve makarna partisine geçiyoruz. İki tabak makarna yiyorum. Aşçımız makarnayı güzel yapmış, aynı zamanda çok da düşünceli. Ertesi gün çok fazla tuz kaybedeceğimizi düşünmüş olacak ki bulabildiği en tuzlu peyniri almış. Neredeyse boğazım yanıyor. Bu kadar çok tuzu en son Kapadokya’da Tuz Gölü’nün üzerinde koşarken bir arada görmüştüm! Türkiye’de bu mesafeleri koşanların büyük bölümü makarna partisinde. Üstüne Romen, İngiliz, Amerikan, İtalyan ve Alman vatandaşları gibi çok sayıda ülkeden koşucu var.  Tatlı heyecan burada da devam ediyor. Birbirimize başarılar diledikten sonra biraz uyku için otelimize çekiliyoruz.

Geçen yıl 126K parkurunu 18 saat boyunca yan yana koştuğum Kerem’le birlikte kalıyorum. Kerem bu yıl istediği gibi hazırlanamadığı için 80K parkurunu antrenman temposuyla Suna ve Ilgaz’a destek olarak koşacak. Yatmadan önce bana nasıl bir strateji ile koşacağımı soruyor. Yaz boyunca yurtdışında koşmak için kayıt olduğum ciddi ultraları hatırlatıp öncelikli hedefimin sakatlanmadan bitirmek olduğunu söyleyip ekliyorum: “Geçen seneyi hatırlıyor musun, ilk 60K’yı ne kadar akıllıca koşmuştuk. Ne çok hızlı, ne çok yavaş. Enerjimizi kontrollü harcamıştık. İşte amacım ilk 80K’yı yine aynı şekilde gidebilmek. Kendime kontrol noktaları için zaman hedefleri koymadım, vücudumu dinleyip eforu kontrol altında tutmaya çalışacağım”. Özellikle tek başına koşarken bu strateji ile koşmanın belli riskleri var ama bu şekilde yarışın ilk yarısında kendimi zorlamadan, sakatlık riskini arttırmadan ve baskı altına girmeden daha rahat koşabileceğime inanıyorum.


Gece ışığı söndürdükten yaklaşık 30 saniye sonra Kerem uykuya dalıyor. Bu kadar çabuk uyuyabilenlere gıpta ile bakıyorum. Kendiniz uyuyamazsanız biraz da sinir bozucu bir iş. Ben genelde her büyük yarış öncesinde olduğu gibi birkaç saat yatakta dönüyorum. Bunun ismine tam olarak heyecan demek doğru değil. Yapmam gereken şeyleri yapıp yapmadığımı düşünüyorum ve ertesi sabah yarıştan önce yapmam gerekenleri gözden geçiriyorum. Aslında bunun yarışlardan önce oldukça faydasını görüyorum çünkü son anda gerçekten önemli olan birçok şey aklıma geliyor. Sonuçta saat 1 sularında uykuya dalıp 5’te uyanıyorum.  45 dakika daha yatakta döndükten sonra kahvaltıya iniyoruz ve hızlıca bir şeyler yiyoruz.

Yarış sabahı hava tamamen kapalı. Her an yağmur patlayacak gibi bir his var. Buna rağmen geçen seneki gibi şort, tshirt, kolluk ve ince eldiven düzeneği ile başlamaya karar veriyorum. Start noktasında geçen yıla göre büyük bir kalabalık var. Kimisi ilk kez 42K koşuyor, kimisi ilk kez  80 veya 130K. Heyecan, endişe, stres hepsi iç içe. Aslında bu işi defalarca yapsan da heyecan azalmıyor. Arazide bu mesafeleri koşmaya çalışınca her zaman bir bilinmezlik var. Bizleri bu yarışlara çeken en önemli faktörlerden biri de zaten bu bilinmeyen ve önceden kestirilemeyen şeylere karşı nasıl tepki vereceğimizi görmek.

Tabii bir de buralarda kazanılan dostluklar var. Uzun saatler süren zorlu maceraları birlikte göğüslemek daha önce varlığından bile haberdar olmadığınız insanlarla son derece sağlam dostluklar kurmanızı sağlıyor. Patikalarda çok güzel insanlarla tanıştım. Bu işi yapan insanlardan da bir zarar geleceğine pek inanmıyorum.  

Saat 7:30'a yaklaşırken son kez birbirimize başarılar diliyoruz. Ve bir anda büyük bir sessizlik. 5 gün önce Boston Maratonu’nunda patlayan bombalar sonucu hayatını kaybedenler için saygı duruşu. Ardından sessizliği bozan Eye of the Tiger, havadan çekim yapan quadcopter, 10’dan geri sayım ve beklenen start.  

130K'yı başarıyla bitiren Ferda (turuncu) ile ilk metrelerde koşarken. Foto: Ferda Falay.

AYNI EVLİLİK GİBİ!

İlk kilometrede bir haftadır dinlenmiş bacaklar hızlı gitmek istiyor ama öndeki mesafenin büyüklüğü insanın kendisini frenlemesi için yeterli bir sebep. 42K koşanlar ve 80K koşan Amy yavaş yavaş arayı açarak önden uzaklaşmaya başlıyorlar. Hızlı koşmayı düşünen 130K’cıları uyarıyoruz: “Onlara bakmayın bizim onlarla işimiz yok”.  Bu işin özelliği herkesin kendi koştuğu mesafeye ve kapasitesine göre doğru tempoyu bulup buna sadık kalabilmesi. Tempomu bulup derin birkaç nefes alıyorum. “Şu gölün etrafını bir dönüp gelelim bakalım” diye düşünüyorum. 2.5km kadar geldikten sonra 130K ve 80K koşanlardan oluşan 10-12 kişilik bir grup oluşuyor. Herkes birbirine takılıyor, espriler arka arkaya patlıyor. Bir tanesi ortalığı kahkahaya boğuyor:

-Faruk: Hep beraber koşuyoruz. Ne kadar güzel böyle...

-Aykut: Yarışların başı her zaman güzel!

-Selçuk: Aynı evlilik gibi!

(Patikada olan patikada kalır kuralından hareketle yayınlanmadan önce muhattabından izin alınmıştır!).

İlk kilometreler içinde. Önde 42K'nın liderleri ve Amy. Kapının altında ben
 Mahmut ve Faruk. Fotoğraf: İznik Ultra
Birkaç dakika sonra ilk büyük tırmanış başlıyor. Herkesin kendine uygun koşma/yürüme stratejisini uygulamaya koyması ile grup dağılmaya başlıyor. 30-40m kadar önümde 130K’nın liderleri Faruk, Mahmut ve Mustafa Poyraz var. Onlarla birlikte 80K parkurunu koşan Erkal da hemen önümde. Eğim azalınca koşarak, dikleşince hızlı tempoda yürüyerek harika bir coğrafyada 13K’daki Derbent kontrol noktasına geliyoruz. Köyün içinden geçerken bizi destekleyen köylüleri geçen seneden beri özlemişim. Hepsiyle ayrı ayrı selamlaşıyorum. Keyfim yerine geliyor.

Köyden çıktıktan sonra parkur tırmanış ağırlıklı olarak devam ediyor. Göl seviyesinden (100m) yaklaşık 750m seviyelerine geldiğimizde hava hissedilir şekilde soğuyor. Yokuşu tırmanırken çıkardığım kolluk ve eldivenlerimi tekrar giyerek vücut ısımı regüle ediyorum. Bu arada yarışın başında gözden kaybolan 42K’nın liderleri tekrar arkamızdan gelip bizi geçiyorlar. Onlar bizim önümüzde değiller miydi? Meğerse bir süre önce dikkatsizlikle yanlış yola sapmışlar. 20.km’ye doğru yaklaşırken geçen seneyi hatırlıyorum. İlk 60K’yı Kerem ve Ufuk ile birlikte çok rahat bir tempoda geçmiştik. Ufuk sadece 1 hafta önce talihsiz bir kasık sakatlığı yaşadığı için maalesef bu yıl İznik’e gelemiyor. Kerem de bahsettiğim gibi 80K parkurunda. Onlar olsaydı nasıl koşardık diye düşünüp aynı strateji ile çok uzun süre sürdürebileceğim bir tempoyu yakalamaya odaklanıyorum.

ÇIKMAK MI ZOR İNMEK Mİ?

Çok geçmeden 28K’daki kontrol noktasındayız. İstasyondan biraz fıstık alıp dik yokuşu tırmanmaya başlıyorum. "Haydi bakalım şunun şurasında 100km kadar kaldı" diyerek kendi kendime gülüyorum. Mustafa Poyraz birkaç kilometre önce gruptan koparak biraz gerilerde kalıyor. Mahmut, Faruk ve Erkal güçlü şekilde 50m kadar önümde devam ediyorlar. Bu yıl çamurun olmaması iyi ama bu durum yürüme bölümlerini azaltıyor. Parkurun çok büyük bölümünü koşuyoruz. İkinci yarıda bunun bacaklar üzerinde nasıl bir etki yapacağını düşünüyorum. 30K’yı geçtikten sonra yaklaşık 7K sürecek dik iniş başlıyor. Geçen yıl birçok kişi bu inişte büyük hasar aldığı için ilerleyen bölümlerde büyük problemler yaşamıştı ve devam edememişti. Yol güzel akıyor ama çamurun da olmaması ile zemin beton gibi sertleşmiş. Öndeki grup farkı açmaya başlarken yarıştan önce kendime yaptığım hatırlatmaları düşünüp kontrolü kaybetmeden inmeye odaklanıyorum.  


13.km'deki Derbent Kontrol Noktasına yaklaşırken. Foto: Aksiyon Fotoğrafları
Bu noktada kısaca bir noktaya değinmem gerek. Yarıştan önce bu yazıyla ilgili çok olumlu tepkiler alırken bir tane de “Yazı güzel olmuş ama neden kendi stratejini herkesle paylaşıyorsun, Bunları yarıştan sonra söylemen senin için daha avantajlı olurdu” şeklinde bir görüş aldım. Tabii bu da bir görüş. Durum şu ki, ben de herkes gibi katıldığım yarışlarda elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Yarış öncesinde ve sonrasında deneyimlerimi ve hissettiklerimi paylaşıyorum. Bu paylaşımlar birilerinin işine yararsa seviniyorum ama tek bir kişinin bile işine yaramasa kendim için faydalı olduğunu biliyorum. Yarış öncesi planlar ve yarış sonrası analizler beni kendime karşı dürüst olmaya, yaptığım doğruları ve yanlışları sorgulamaya zorluyor. Eğer doğru bir şeyler yaptıysam kaçıncı olduğumun önemi yok çünkü sıralama sadece benim elimde değil, yarışa kimin katıldığı ve nasıl performans gösterdiği ile de doğrudan ilgili. Kim iyiyse gönülden tebrik eder elini sıkarım. Bilgi saklamaya da pek fazla inanmam. Tüm antrenmanlarım, yarış raporlarım ve koşuyla ilgili çeşitli konulardaki düşüncelerim herkesin gözünün önünde. Benim tarzım bu, bundan sonra da pek değişeceğini sanmam.

Evet nerede kalmıştık...Yaklaşık 5km indikten sonra Müşküle (35K) köyünden geçerken önce yine yaşlı teyzeler ve amcalarla selamlaşıyorum. İstasyona geldiğimde ise  MCR ekibinden Ayşin ve sevgili Mert’in eşi Başak’tan aldığım nefis destek ile inişin geri kalanına odaklanıyorum. Köyden çıktıktan sonra dik iniş bu kez asfalttan devam ediyor. Evet, bu yokuş gerçekten de geçen yıldan hatırladığım kadar yıpratıcı imiş. Özellikle de yarışın bitmesine daha 100km varken! Kıvrıla kıvrıla inen yolun sonunda göl seviyesine inerek düz yola ulaşıyorum. Uzun düzlüğün en ilerisinde Faruk ve Mahmut’u, onların biraz gerisinde ise Erkal’ı görebiliyorum.

37-38K civarı göl seviyesine inerken. Foto: Faruk Sakin
Birkaç kilometre sonra su içme molası veren Erkal’ın yanından geçerken Narlıca 41K istasyonunu hatırlatarak “haydi çorbaya az kaldı” diye motive ediyorum. Rahat bir tempoda devam ederek istasyona yaklaşırken ileride Faruk’un yalnız başına yürüdüğünü görüyorum. Faruk düz yolda yürüyorsa bir problem vardır. (Hatta 15%’in altında bir eğimde yürüyorsa da öyle). Yanına gelip ne olduğunu sorunca kinesio bant bulunan dizini gösterip sakatlığın nüksettiğini söylüyor. Biraz olasılıkları konuşuyoruz ve bırakma kararını açıklıyor. Faruk’u anlatmaya gerek yok, eğer bu halde yarışı bitirebilecek birisi varsa o da Faruk’tur ama böyle ciddi bir sakatlıkla 90km daha koşmanın bir  mantığı yok. Önümüzdeki aylarda yurtdışında ciddi ultraları birlikte koşacağımızı düşününce bu şartlar altında verdiği kararın doğru olduğu konusunda şüphe kalmıyor.

İstasyona 300 metre kala iki küçük çocuk beni karşılıyor. Benim 42K koştuğumu zannediyor olacaklar ki “haydi abicim bitiriyorsun çok az kaldı!” diye motive ediyorlar. Bozuntuya vermeden isimlerini soruyorum. Kadir ve Davut. Gelin birlikte koşalım diyorum. Başka bir çocuğun da katılması ile hep beraber el ele koşarak kontrol noktasına ulaşıyoruz. Yüzlerindeki mutluluk büyük. Ben de sanki koşmaya yeni başlamış gibiyim. Ruhumu şarj ettim, şimdi sıra biraz mideyi doldurmakta.

İki kâse çorba içip biraz muz yedikten sonra ikinci büyük tırmanışa başlıyorum.


42K Narlıca Kontrol Noktasına 100m kala Kadir ve Davut'la birlikte. Fotoğraf: Caner Odabaşoğlu

ŞEMPANZE İLE BAŞBAŞA

Narlıca 42K'ya 3:57’de gelmişim, yani geçen yıldan neredeyse 40 dakika daha erken. Acaba hızlı mı gidiyorum diye düşünüyorum ama tüm göstergeler normal. Geçen sene bu tırmanışta çamurlu bölümler vardı, yer yer adımların yarısı boşa gidiyordu. Bu kez tamamen kuru. Kendimi yormadan rahat çıkıyorum. Yokuş dik ama hatırladığım kadar zor ve uzun gelmiyor. Kimbilir belki zamanla algılar değişiyor. Bundan sonra yarışın büyük bölümünü tek başıma koşma ihtimalinin olduğunun farkındayım ve kendimi buna hazırlıyorum. Aslında yalnız değilim beynimdeki şempanze ile başbaşayım.

Ne şempanzesi?

Bir süre önce Chimp Paradox adlı bir kitap okumaya başladım. Kitabın yazarı Steve Peters birkaç yıldır Britanya Bisiklet Takımının baş psikoloğu. Şimdilerde de Britanya Atletizm Takımını 2016 Rio Olimpiyatlarına hazırlama görevini üstlenmiş. Kitap aslında direkt olarak dayanıklılık sporcuları için yazılmamış ama yazarın atletler ile olan çalışmalarından kazandığı deneyimlerden gelen prensipleri içeriyor ve bunları hayatın her alanına, özellikle de ultra maratonlara uygulamak son derece mümkün. Oldukça eğlenceli ve bilimsel detaylara girmeden herkesin anlayacağı şekilde yazılmış kitapta herkesin beyninin insan, şempanze ve bilgisayar olmak üzere üç bölümden oluştuğu anlatılıyor.

İlk bakışta aptalca gibi gözükse de biraz  detayına girince ne demek istediğini anlıyorsunuz. Beynin insan olan kısmı yaptığımız tüm işlerde bir hedefimizin olmasını, mantıklı ve anlamlı şeyler yapmaya odaklanmamız gerektiğini düşünüyor. Örneğin okulumuzu bitirmek, çalıştığımız işte başarılı olmak, maratonu belli bir sürenin altında koşma veya bir ultra maraton bitirme gibi hedefler insan bölümünün gerçekleştirmeyi istediği şeyler. Şempanze ise sadece içgüdüleri ile hareket eden, tek amacı hayatta kalmak olan, karşılaştığı ilk zorlukta kendini koruma içgüdüsüyle hemen bizi  yaptığımız şeyi bırakmaya zorlayan bölüm. Örneğin dışarda ayaz varken ve yağmur yağarken sabahın köründe kalkıp koşmanız gerektiğini düşünüyorunuz ama içinizden bir ses çok güçlü argümanlar ileri sürerek sıcak yatağınızdan çıkmanızı engellemek için her türlü şeyi yapıyor. Veya İznik’ten örnek verirsek, 50km koşup yaklaşık 2000m tırmanmışken daha önünüzde saatlerce sürecek bir  80km daha olduğunu düşündüğünüzde kafanızdaki düşünceler sizi bundan vazgeçirmek için karşı gelinmesi zor sebepler ortaya koymaya başlıyor. İşte tüm bunların sorumlusu beyninizdeki şempanze. Peters da bu şempanzenin beyindeki insan bölümünden çok daha güçlü olduğunu, onunla kavga ederek kazanamayacağımızı, tek yolun onu yönetmeyi öğrenmek olduğunu anlatıyor.

İşte bu ikinci yokuşta yalnız başıma ilerlerken kafamın içindeki şempanzenin ilk salvolarını savuşturup bir şeyler atıştırıyorum ve 60.km’deki Solöz’e kadar sürecek uzun inişe hazırlanıyorum. Bu bölümlerde çanta, kıyafet, yiyecek vs. gibi işlerle gereğinden fazla uğraşıp oldukça ağır davranıyorum. Yalnız koşmanın dezavantajlarından biri. Öte yandan acelem yok ve tüm bunlara rağmen geçen seneye göre çok hızlı olduğumun farkındayım. Göl manzarası eşliğinde rahat tempoda kilometrelerce inerek Solöz’e (60K) 5:58’de yani geçen seneden 1 saat önce ulaşıyorum. Mahmut da bu noktaya 5:44 de ulaşmış ki, geçen yıl burada biten 60K yarışının 6:01 ile kazanıldığını düşününce bu seneki temponun yüksekliği daha iyi anlaşılıyor.  

Kontrol noktasında birkaç şey atıştırdıktan sonra gönüllülere ve kendisi de bir ultracı olan ama bu kez sağlık ekibinde bizlerin güvenliği için ter döken Aylin’e teşekkür edip devam ediyorum. Geçen sene bu noktadan sonrası tam bir çamur deryasıydı. Bu yıl her şey çok iyi gözüküyor. 1-2km kadar biraz çamur var ama buraların 90%’ında koşabiliyorum. Geçen sene en iyi yer, bu seneki en kötü yer gibiydi, çoğu zaman hızlı yürümek bile mümkün değildi. Geçen seneki raporları okuyanlar bu seneki şartları görünce büyük ihtimalle “ne kadar abartmışlar, hiçbirşey yokmuş” diye düşünmüşlerdir ama olsun. Kötüye hazırlanıp iyiyle karşılaşmak her zaman daha iyidir.

65K'daki su geçişi. 130K koşanlar ikinci bir dereden daha geçtiler. Foto: Ferda Falay. 


Dere geçişi. Foto: Aksiyon Fotoğrafları

KURDELÂ BİTTİ BEYAZ BOYA VERELİM

Biraz daha devam ettikten sonra sağ taraftaki ağaçlarda beyaz boyalar görmeye başlıyorum. Biraz sonra boyalı ağaçlar sağa dönerek devam ediyor. Herhalde kurdelâlar bitti de boyaya geçtiler diyerek dönüp ağaçları takip ediyorum. Zemin çok geçmeden bataklık kıvamına geliyor ve aksi gibi boyalı ağaçlar bir süre devam ediyor, Biraz sonra yol bitiyor ve tarlaların arasına girdiğimi farkediyorum. Sonunda jeton düşüyor. Bu işte bir yanlışlık var!  Şempanze uykudan uyanıyor. Sakin olmaya çalışarak çantadan cep telefonunu çıkarıp Caner’i arıyorum.

-İşaretler sadece kurdelâ ile mi yapıldı, yoksa ağaçlara beyaz boya sürmüş olabilir misiniz?

-Sadece kurdelâ ile.

Eveeet, işte şenlik başladı! Caner’in cevabı mideye yumruk gibi iniyor. Yine bir ultra maraton klasiği yol kaybetmesi. Şempanze garip sesler çıkarıp “bu kadar kusursuz işaretlenmiş parkurda bile yanlış yola girmeyi başardın” diye söyleniyor. Bu kez haklı. Ben de kendi aptallığıma güleceğim ama önce şu doğru yolu bir bulayım. Bir taraftan da ağaçlara o boyayı sürenlerin ne yapmaya çalıştığını düşünüyorum. Geri dönüp dönüş yaptığım yere kadar geri koşuyorum. Sağa mı sola mı? İçgüdüm sola dönmem gerektiğini söylüyor ama nedense sağa dönüyorum, bir süre koştuktan sonra kavşağa geliyorum, hiçbir işaret yok. Ters tarafa koştuğumu anlayıp geri dönüyorum. Şempanze coşmuş durumda, kontrol altında tutmak kolay değil. Sakin olmalıyım, önce şu doğru yolu bulmam gerek, sonra senle ilgileneceğim!  

Beyaz boyaya aldandığım yer. Sarı ile çevrili alana hiç girmeden sola dönüp gitmem gerekiyordu.
1-2 dakika geri koştuktan sonra karşıdan birinin geldiğini görüyorum. Anlaşılan o da beyaz boyaların cazibesine kapılmış! Yeşil göğüs numarasından ve sonradan öğrendiğime göre 80K’yı Erkeklerde ikinci bitiren Ahmet Zeren. “Burası yanlış yol, geri dönüp son işareti gördüğümüz yere kadar koşmamız gerek” diye bağırıyorum. Birkaç saniye durup söylediğimi tarttıkran sonra geri dönüyor. Bir süre geri koştuktan sonra doğru yolu bulmayı başarıyoruz. İşaretler yarış başından beri olduğu gibi çok net. Beyaz boya ikimizin de gözünü kör etmiş olmalı. 

Saate bakıyorum, çoğu çamurda geçen 14 dakikalık bir debelenme. Yanlış yola girmek hiçbir zaman güzel bir his değil ama nasılsa bir yerde olacaktı, daha büyük bir şey olmadığına şükür diyerek  tekrar konsantre olmaya odaklanıyorum. Çamurda koşarak öne geçiyorum. Dere geçişine geldiğimde fotoğrafçıların arkası dönük sohbet ediyorlar. “Fotoğraaaf!” diye bağırarak geldiğimi haber veriyorum. Hemen dönüp çekime hazırlanıyorlar. 5 metre genişliğindeki bilek boyuna gelen dereden geçip devam ederek göl kenarına ulaşıyorum.

Göl kenarındaki güzel manzarayla birlikte şempanzeyi sakinleştirip tekrar uyutuyor ve sürdürülebilecek bir tempo ile otomatik pilota alıyorum. Burada zaman zaman karşıdan soğuk bir rüzgar esiyor, ara sıra üşümeye başlıyorum. 75K’daki çantama ulaştığımda yapacaklarımı düşünürken Başak aşağıdaki nefis fotoğrafı çekiyor.

75K noktasına yaklaşırken müthiş bir kare. Fotoğraf: Başak Gürbüz Derman
KIŞLIKLARI YAZIN GİYME

Örnekköy (75K) istasyonunda bir şeyler atıştırdıktan sonra çantamı alıp gece etabı için sıcak giysileri giyiyorum. Uzun tayt, kuru tshirt, uzun kollu ve üstüne yağmurluk. Uzun kolluyu aslında henüz giymemem gerektiğini biliyorum ama hem son birkaç kilometredeki rüzgâr üşütüyor hem de sonra bir yerlerde durup giyme düşüncesi zor geliyor. Bir de yarış öncesi Ilgaz’ın son anda verdiği kaliteli eldivenleri alıyorum.

Eldiven gece etabı için harika ama henüz akşamüstü olan bu saat için biraz fazla. Fakat çıkardığım zaman da ellerim üşüyor. Sonunda ara yolu bulup bir süre giyip bir süre çıkartıyorum. Üstüm ise biraz kalın ve sahilden içeri girip rüzgâr kesilince çok fazla terlemeye başlıyorum. Birazdan hava soğur diye bekleye bekleye giderken 95K’daki Ilıca istasyonuna kadar o zamana kadar içmediğim kadar çok su içiyorum. Yanımda çok fazla, çoğu zaman da gereksiz su taşıma gibi bir âdetim var ama bu kez işime yarıyor. Üstümü çıkarmak için durmak zor geldiği için bu da beni yavaşlatıyor ve yoruyor. Bunun hata olduğunu şimdi görebiliyorum. Ilıca 95K kontrol noktasında yine biraz atıştırma ve yola devam.

103K’daki Boyalıca noktasına kadar olan bölümde kendimi iyi hissetmiyorum. Midemde büyük ihtimalle fazla abur cubur yemekten gelen bir rahatsızlık var. Zaman zaman duruyorum, geçmesini bekliyorum. Bu arada sanırım ilk defa güneş çıkıyor. Bütün gün kapalı havadan sonra güneşi görmek motivasyonu arttırıyor. Güneş batıp hava kararmadan ne kadar çok yol alırsam kârdır diyerek tekrar koşmaya başlıyorum ve çorbaya ulaşmanın hâyâliyle Boyalıca istasyonuna geliyorum. Çok geçmeden iki kâse çorbayı mideyi indirip biraz ekmek yedim bile. Noktadaki arkadaşlar sırtıma battaniye örtecek kadar ilgilieniyorlar. Havanın kararmasına 1 saatten az kaldığı için bir daha uğraşmamak için çantamdan reflektif yeleğimi ve fenerimi çıkarıp takarak ayrılıyorum.

103K Boyalıca. Çorba içmeye hazırlanırken. Foto: Erhan Kemiksiz
Çorba iyi geliyor, midem toparlanıyor. Koşmaya başlıyorum ama daha 750m bile gitmeden sağlı sollu köpek havlamaları ile duruyorum. İki tanesi bir evin bahçesinden çıkıp önümü kesiyorlar. Siyah olan çok agresif, 2 metre yanıma gelip dişlerini gösteriyor, bir türlü önümden çekilmiyor. Bağırarak sahibini çağırmaya çalışıyorum. Sonunda bir adam gelip köpekleri içeri sokuyor. Bulunduğumuz yer ıssız bir yer değil, asfaltın hemen 50 metre içi ve Boyalıca merkeze yakın. Adama çıkışıp “Böyle saçmalık olur mu, köpeklerine sahip ol, buradan sabaha kadar 50 kişi geçecek. Etraf polis ve jandarma kaynıyor, birinin başına bir şey gelirse başın belaya girer” diyerek korkutmaya çalışıyorum. Ne kadar etkili olıuyor bilmiyorum ama benden bir süre sonra gelen Bahadır’a da köpeklerin aynı şekilde muamele yaptığını ve oradan çok zor geçtiğini ertesi gün öğreniyorum. Organizasyonun tüm köy ve kasaba muhtarlıkları ile temasa geçip yarış günü köpeklere sahip çıkılması gerektiği konusunda uyarı yaptırdığını biliyorum ama arada böyle sorumsuz insanlar çıkıyor.

DiKKAT TRAKTÖR GELİYOR!

Güneşin batma saati yaklaşırken kendimi şaşırtıcı şekilde iyi hissederek güzel bir tempo tutturuyorum. Artık kalan mesafenin azalması ve üç haneli kilometrelere ulaşmış olmanın motivasyonu ile şempanzenin çenesini kapatmak daha kolay. Son 15km’ye yaklaşırken karşıdan bisikletli biri geliyor. Yoksa bu Cüneyt mi? Evet, aynen öyle. Cüneyt’le yarıştan birkaç gün önce konuşmuştum, gönüllü olup parkuru bisikletle gezip koşanları motive edeceğini söylemişti. Gün boyu hiç görmeyince herhalde bir sorun çıktı gelemedi diye düşünmüştüm. Meğerse sabahtan beri 130km yol yapıp herkesi motive etmiş, bizim yürüyerek zor çıktığımız yokuşları bisikletini eline alarak tırmanmış, biraz önce de Mahmut’a eşlik ettikten sonra ilk defa benle karşılaşmış. Şapka çıkarılacak bir fedâkârlık örneği. Bana parkurdan haberler verirken ben de 120K istasyonuna ulaşınca fazla bir şey kalmayacağını düşünerek tempoyu arttırıp kontrol noktasına ulaşıyorum.

Buradaki görevli tek başına. Muhtemelen sabaha kadar burada insanları bekleyecek. İşinin çok zor olduğunu söyleyip kendisine teşekkür ediyoruz. Birkaç portakal dilimi, biraz su ve kola aldıktan sonra tekrar yola devam. Havanın soğuduğunu ancak durduğum zaman hissediyorum ama Ilgaz’ın eldivenleri tam da bu hava için biçilmiş kaftan. Son 5-6km’ye yaklaşırken karşıdan güçlü bir ışığın bize doğru gelmeye başladığını görüyoruz. Cüneyt’e dönüp “Bu ne böyle sence?” diye soruyorum. Cüneyt “Traktör galiba, kenara çekilelim” diyor. İyi de motor sesi yok, nasıl traktör? Biraz daha yaklaşınca işin şekli anlaşılıyor. Bu gelen kafasında traktör farı gücündeki Petzl NAO ile koşan Kerem'den başkası değil! 

Birkaç saniyelik şoktan sonra, “Manyak mısın sen, burada ne arıyorsun?” diye soruyorum. “Seni arıyorum! Ne kadar hızlı koşmuşsun, neredeyse sen bizi karşılayacaktın” diye gülerek cevap veriyor ve anlatmaya başlıyor. Amacının 80K’yı Suna ve Ilgaz’a destek olarak koştuktan sonra ayrılıp 100K civarlarında beni karşılamak ve son bölümü birlikte koşmak olduğunu söylüyor (kurallara göre 95K Ilıca istasyonundan sonra pacer ile birlikte koşmak mümkün). Ama 75K istasyonuna geldiğinde benim çoktan 95K’yı geçtiğimi öğrenince otobüsle İznik merkeze dönüyor. Orada kendisini götürecek bir araç bulamayınca da hiç vakit kaybetmeden parkuru tersten koşarak beni karşılamaya geliyor ve son kilometrelerde de olsa yakalıyor!

Böyle bir davranış karşısında insan ne diyeceğini bilemiyor. Tek yapabildiğim koşmaya devam etmek, yaptığı şeyin çılgınlığını düşünüp ikide bir gülümsemek ve böyle arkadaşlara sahip olduğum için ne kadar şanslı olduğumu düşünmek. Umarım bir gün ben de bunun yarısı kadar bir şeyler yapabilirim. Buradan sayın Macera Akademisi yetkililerine sesleniyorum: Geçen sene bu adamı zorunlu malzeme listesine ekleyin diye boşuna demedim!

Biraz sonra asfaltta çıkıyorum, bu asfaltı geçen seneden hatırlıyorum. Gerçekten az kaldığını hissediyorum. Önümüzde bir polis arabası ve polis motorsikleti belirerek bize eskort etmeye başlıyorlar. Bir tek tepede helikopter eksik. İstanbul Kapı’dan geçip İznik’e giriyoruz, sahile dönüyorum ve son düzlükte tempomu arttırıp 14 saat 15 dakika ile beklentimin çok üzerinde bir zamanla yarışı tamamlıyorum. Bu yarışı üstüste ikinci kez kazanan Mahmut’un 23 dakika arkasında 2. bitiriyorum. Mahmut da 40.km’den sonrasını benim gibi yalnız koşmasına rağmen geçen seneki derecesini ve parkur rekorunu neredeyse 2 saat geliştirip 14 saatin altına çekerek harika bir derece yapıyor. Aslında sonuç listelerine bakarsanız her üç mesafede de çok özel hikayeler var. Tek tek herkesi söylemek mümkün değil ama Elena’dan da bahsetmemiz şart. 15 saatte bitirip sadece kadınlarda birinci olmakla kalmıyor, genel sıralamada da üçüncü olarak müthiş bir başarıya imza atıyor.  

Bitiş noktasında 80K koşan arkadaşlarım başta olmak üzere kalabalık bir grubu beni beklerken buluyorum. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Bir de orada bir Dünya Şampiyonu var. 1 hafta önce zorlu bir 80K yarışı koştuktan sonra 17 saatlik uçak yolculuğu ile Perşembe gecesi İstanbul’a gelmiş, ayağının tozuyla hiç bilmediği bir parkurda 80K’yı 7 saat 12 dakikada yani saat 14:30 sularında bitirmiş. Daha sonra otobüse binip oteline dönmek yerine 5 saat daha ayakta bekleyerek bitirenleri karşılamış. Ben yarışımı saat 21:45’te bitirdiğimde tebrik eden ilk kişi yine kendisi.

Hızlı koşabilirsiniz, onlarca yarış da kazanabilirsiniz ama sanırım gerçek bir şampiyon olmak böyle bir şey... Ve sanırım ultra maratonları ve bu işin içindeki insanları bunun için seviyorum. 

Birkaç fotoğraf çektirdikten sonra otele gidip duş alıyorum. Geçen sene bitirdikten sonra aşağı inip yemek yemekte bile zorlanırken bu sene kendimi gayet iyi hissediyorum. Sadece midem artık gerçek bir yemek istiyor. Köfteciye gidip karnımızı doyurduktan sonra o da düzeliyor. Finişe 300m uzaklıkta bir bölgede bekleyip gece 1’e kadar gelenleri kutlayarak sevinçlerine ortak oluyoruz. Arkadan gelenlerin de durumlarını öğreniyoruz. 

Sonunda yorgunluk çöküyor. Odaya çıkıp 2 saatliğine sızdıktan sonra uyanıyorum. Güneş doğana kadar yatakta döndükten sonra aşağı iniyorum, Kerem ve Ilgaz da orada, onları da uyku tutmamış. Önceki günün maceralarını birbirimize anlattıktan sonra 10K yarışını koşmak için İstanbul’dan gelen kardeşimi karşılıyorum. Yarışa başlamadan önce kendisine son bir tavsiyede bulunuyorum: “Yorulduğun zaman dün bu mesafeleri koşanları düşün!”. “Tamam” diyor. Sonuç: Birkaç aydır ufak bir sakatlık yüzünden düzenli antrenman yapamamasına rağmen en iyi 10K zamanını yapıyor. Ödül törenine katılıp son bir köfteci ziyareti yaptıktan sonra vedalaşıp tatlı bir yorgunlukla dönüş yoluna başlıyoruz.

Son metrelerde kıvrak bir manevrayla Ilgaz'ın çelmesinden kurtulurken. Foto: Berçem Kalender. 

Finişten hemen sonra. Cüneyt - Alessia - Kerem - Ilgaz - Aykut - Amy - Mert. Foto: Berçem Kalender
GENEL DEĞERLENDİRME

Kendi açımdan bakınca yarış gayet başarılı geçti. Zaman beklediğimin ötesinde çıktı (bir bölümü zemin şartlarının iyi olması sayesinde) ama esas önemlisi yarış öncesindeki düşüncelerimin hemen hepsini uygulamayı başardım. Kendime zarar vermeden koştum, pozitif kaldım, kendime gülebildim, enerjimi yaydım ve güçlü şekilde bitirdim. Sadece yarışın kendisinden değil haftasonunun bütününden büyük zevk aldım.

Koşuda hangi mesafeye hazırlanıyorsanız o mesafe için spesifik antrenman yapmanın önemi çok büyük. Fakat bunun istisnaları da var. Örneğin Runtalya’da ultra antrenmanlarının dayanıklılıktaki faydasını görüp ikinci yarı hiç yavaşlamadan güçlü şekilde bitirebilmiştim. İznik’te ise maraton antrenmanlarının kazandırdığı hız sayesinde düşük nabızda uzun süre göreceli olarak hızlı gidebildim. Bu sefer belki şanslıydım ama birbirinden çok farklı yapıdaki iki koşu için bu dengeyi tutturmak her zaman çok kolay değil. Bakalım ilerleyen zamanlar ne gösterecek. 

Öte yandan bu organizasyon birçok kişinin kafasındaki bazı duvarları yıkması açısından çok önemli oldu diye düşünüyorum. Herkes ağırlıklı olarak 80K ve 130K koşanların yaptığı işe odaklanıyor ama daha önce maraton bile koşmamış birçok kişinin ilk 42K mesafesini bu arazi şartlarında koştuğunu biliyorum. Her yapılanı kendi içinde değerlendirmek gerek. Onların yaptığı işin zorluğu da bizimkinden az değil. Sert arazide ilk kez 20K koştuğum günü hatırlıyorum da hiç de kolay bir şey değildi. 

İşin organizasyon kısmına gelince... Kısa ve net olarak söylemem gerekirse, işin zorluk derecesini dikkate alınca bu yarışın ne kadar başarılı şekilde idare edildiği çok net görülebilir. Arazi şartlarını, mesafenin uzunluğunu, köylerin, belediyelerin, gönüllülerin, jandarmanın ve polisin tam bir koordinasyon halinde çalışması gerektiğini düşününce ve 3 değişik uzunluktaki parkurun aynı anda idare edildiğini hesaba katınca durum çok net ortada. Macera Akademisi ve gönüllü ekibinin başarısını geçen sene katılanlar olarak oldukça övmüştük. Bu yıl ilk kez katılanlardan konuştuğum herkesin son derece mutlu ayrılması ve gelecek sene tekrar geleceğini söylemesi bu düşüncede yalnız olmadığımızı ortaya koydu. 

Türkiye’de hem ultra maraton organize edecek bölge hem de koşacak insan konusunda bence işlenmeyi beklenen büyük bir potansiyel var. İznik Ultra her sene bu potansiyeli gözler önüne seriyor ve kendinden sonra yapılacaklar için son derece iyi bir örnek teşkil ediyor.

Lafı daha fazla uzatmadan...

Seneye görüşmek üzere. 

Tabii yer bulabilirsek!


Mustafa Poyraz'ın yerine 3.lük ödülünü alan Faruk, 13:52 ile birinci gelen Mahmut ve Aykut. Foto: Suna Altan
İlk ultramızı Çekmeköy'de Bakiye Duran'la birlikte koştuğumuz sevgili dostum Bahadır İşseven ile 35-44 yaş kürsüsü.  Foto: Suna Altan
Amy Sproston ile İznik hatırası. Foto: Aytuğ Çelikbaş. 

8 yorum:

  1. Aykut gelecek yıl için yazılarını zorunlu malzemeler listesine ekliyorum.
    Tebrikler
    ayaklarına sağlık, parmaklarına sağlık
    antrenman içinde bekliyoruz İznik'e her zaman.
    Şempanzeni de getirebilirsin. :-)

    YanıtlaSil
  2. ellerine saglik abi.... o kadar guzel olmus ki raporun, kendiminkini yayinlamak yerine, kendime saklamaya karar verdim :)

    YanıtlaSil
  3. on numara yarış, on numara rapor; şempanzeler çatlasın... :)

    YanıtlaSil
  4. @Soner, bu organizasyonda çok büyük emeğiniz var. Ayrıca örnek bir ailesiniz. Teşekkür ederim. @Bahadır, teşekkürler ama bu dediğini espri olarak kabul ediyorum, en kısa zamanda raporunu bekliyoruz. @Lütfi, aynen katılıyorum!

    YanıtlaSil
  5. eline sağlık abi.müthiş bir yarış performansı ve çok yararlanacağımız harika bir rapor.Teşekkürler..

    YanıtlaSil
  6. Her zamanki gibi süper bir yazı,Çekmeköyde ilk bu yola Bakiye ile beraber çıktığımız günden beri çok iyi bir performans sergiledin, o zamanlar düşündüğün 50 mil yarışlarından bile çok daha uzun mesafeleri koştun,başardın...Tebrikler dostum,yol arkadaşım,seni tanıdığım ve aynı parkurlarda olduğum için çok mutluyum.

    YanıtlaSil
  7. @Kaan & Bahadır, değerli yorumlarınız için cok teşekkürler.

    YanıtlaSil
  8. Harika bir yazı olmuş, ilk 42 için notlarımı aldım :)

    YanıtlaSil